Dini Konular Paylaşım Sitesi
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Dini Konular Paylaşım Sitesi
 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
Sayın Misafirler Hoş Geldiniz Forumumuzdan Ve Dini Konularımızdan Yararlanabilmek İçin Lütfen Üye Olunuz

 

 {PEYGAMBERİMİZ HAZRETİ MUHAMMED MUSTAFA SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM'İN HAYATI

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
batuhan
Yönetici
Yönetici



Mesaj Sayısı : 220
Kayıt tarihi : 03/12/09
Nerden : istanbul

{PEYGAMBERİMİZ HAZRETİ MUHAMMED MUSTAFA SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM'İN HAYATI Empty
MesajKonu: {PEYGAMBERİMİZ HAZRETİ MUHAMMED MUSTAFA SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM'İN HAYATI   {PEYGAMBERİMİZ HAZRETİ MUHAMMED MUSTAFA SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM'İN HAYATI I_icon_minitimeC.tesi Ara. 12, 2009 11:25 am

Siyer ve Siyer-i Nebi
Siyer, manen tutulan yol ve gidiş mânâlarını taşıyan sîret kelimesinin çoğuludur. Hazreti Adem Aleyhisselâmdan Fahri Kâinat Efendimize kadar gelen peygamberlerin; insanları hak yola çağırmak için vazifelerini nasıl yaptıklarını, bu uğurda ne gibi güçlük ve tehlikelere göğüs gerdiklerini anlatan ilme İslam Tarihi veya Siyer-i Enbiya (Aleyhimüsselam) Denir.

Peygamberimiz Aleyhisselâmın hayatı ve mukaddes vazifesi sırasında gösterdiği gayretleri anlatan ilme de Siyer-i Nebî denir. Kısaca, İslâm Tarihi umumî bilgileri, Siyer-i Nebî ise Peygaberimiz Aleyhisseiâmın (ay senesiyle) 63 yıllık hususî tarihini anlatır.

İslâm Tarihinin bir şubesi olan Siyer ilmi, Peygamberimiz Aleyhisselâmın yaptıkları, buyurdukları ve kabul ettiklerini bildirmesi bakımından Hadis, Tefsir, Fıkıh, Kelâm ve Ahlâk gibi bütün İslâmî ilimlerin Kur'an-ı Kerîm'den sonra en büyük kaynağıdır. Peygamberimiz Aleyhisselâmın hayatında dinî, siyasî, askerî, içtimaî ve ahlâkî bütün hükümleri ve bilgileri bulmak mümkündür. Bu bakımdan da Siyer ilminin derecesi ve önemi büyüktür.


İslamdan Önce İnsanlığın hali
Peygamberimiz Aleyhisselâm İslâm Dinini insanlara bildirmek vazifesiyle gelmezden önce, insanlık âlemi iki büyük devletin tesiri altında yaşıyordu. Bunlar Peygamberimizin memleketi olan Arapistan Yarımadasına komşu bulunan Bizans ve İran Devletleri idi. Yine insanların inandıkları, yolunda gittikleri dinler arasında Hıristiyanlık, Musevîlik mecusîlik ve putperestlik hüküm sürüyordu. Fakat Bizanslıların, Romalıların inandıkları din olan Hıristiyanlık, İncil'in eski devirlerden beri değiştirilip aslından uzaklaşılmasıyla İsa Aleyhisselâmın getirdiği şeriatla büyük ölçüde ilgisini kesmişti. Üstelik Roma medeniyetinin putperestliği, kötü ahlâkı, her türlü perişanlığı da dinî inançlara karıştırılmış, iş çığırından çıkmıştı. Papazların şahsî düşüncelerine göre, din hükümleri çıkarttıkları, para ile Cennet sattıkları, günahkârları afvetme gibi hayâllere daldıkları Hıristiyanlığın bir de üçlü ilâh sapıklığına bulaşmasıyla da hak dinle uzaktan yakından hiç ilgisi kalmamıştı.

Yahudilerin sahip çıktığı Musevîlik ise, yine bu milletin kendi sapıklıklarını din içine sokmalarıyla, Musa Aleyhisselâmın getirdiği şeriattan uzaklaşmıştı. Yahudiler, kendi peygamberlerinden sonra yeni bir şeriatla gelen İsa Aleyhisselâma düşmanlık yapmakla da hak yoldan tamamiyle mahrum olmuşlardı.

İranlılar da, Mecusîlik adı verilen ateşperestlik yani ateşe tapma gibi sapık bir dinin içindeydiler. Araplar ise putlara tapıyorlardı. Bu arada komşuları olan Hıristiyan ve yahudi milletlerin tesirinde kalarak bu dinlere girenleri de vardı. Ancak bunlar, putperest Araplara göre oldukça az, bir kısım kabilelerdi. Zaten putperest düşünce ve davranışlar, Hıristiyanlık ve yahudilik gibi diğer dinler içerisine de girmişti.

Araplar içerisinde İbrahim Aleyhisselâmın şeriatı üzerine devam eden, Allahü Teâlâ'nın birliğine iman eden "Hanifler" de vardı. Ancak bunlar adetleri belli olacak kadar az bir sayıdaydılar. Araplar ahdine vefâ göstermek, müsafire ikramda bulunmak, sünnet olmak, tırnak kesmek gibi Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail'den kalma bazı sünnetleri de yapıyorlardı. Ne var ki, hak din üzere olmadıkları için cahillik onları esir etmişti.

Cehaletin getirdiği kötülükler içerisinde, kabileler arasında kan davaları sürüp gidiyordu. Sadece haram ay sayılan Receb, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem denilen dört ayda harbi bırakıyorlardı. Kabileler halinde idare olunduklarından, Kabe'de her kabileye ait olmak üzere 360 adet put doldurulmuştu. Kurulan panayırlarda, yaşayış şartlarından çok ileride edebiyat yarışmaları yapılıyor, şairler ve hatipler insanları hayli tesir altında tutuyordu.

İnsan hakları ayak altına alınmış, güçlüler zayıfları eziyor, köleler ve esirler içler acısı bir halde yaşıyor, kadınlara önem verilmiyor, kız çocukları geçim sıkıntısı veya damat ayıbı korkusuyla diri diri toprağa gömülüyordu. Ahlâksızlık her tarafı kaplamıştı.

İşte gerek Arabistan Yarımadası'nın içine düştüğü cahillik, gerekse Bizans ve İran Devletlerinin hüküm sürdüğü yerlerdeki sapıklık ve ahlâksızlık, birbirinden aşağı kalır şekilde değildi. Bütün insanlık âleminin karanlık bulutlar altında ve karışıklık içerisinde yaşadığı bir devirde, onları bu alçak ve bayağı hayattan kurtarıp ebedî kurtuluş ve saadete ulaştıracak bir Peygamber bekleniyordu. Hıristiyan ve yahudilerin mukaddes kitapları böyle bir peygamberin geleceğini, zamanının yaklaştığını bütün alâmetleri ile müjdeliyordu. Bu peygamberin Hazreti İbrahim soyundan, Mekke taraflarından çıkacağına dair bilgiler veriliyordu.


Mekke Şehri ve Yüce Kâbe
İslâm Tarihinde mukaddes Mekke şehri ve içerisinde bulunan Mescid-i Haram ve onun içinde yüce Kâbe büyük ve önemli bir yer tutar. Çünkü bu şehirde birçok peygamberin vazife yapması, Kabe'nin, müslümanların kıblesi olması, İslamda hac ve tavaf ibadetlerinin bu şehire tahsis edilmesi, daimi olarak Mekkeye, dinî bir merkez vasfı kazandırmıştır. Her taraftan gelen hacıların, ziyaretçilerin kestikleri kurbanlar, yaptıkları alış-verişlerle mühim bir ticaret merkezi olan Mekke, Kâbe ile de manevî merkez sıfatını hiç kaybetmemiştir.

Kabe'yi , Allahü Teâlâ'nın emriyle önce Melekler, sonra Hazreti Adem ve ve Şit Aleyhisselam; peygamberlerden son olarak da İbrahim Aleyhisselam ile oğlu Hazreti ismail inşa etmişlerdi.. Daha sonraları insanların ortak çalışmalarıyla zaman zaman yeniden yapılmış, tamir ve değişiklikler görmüştür.

Kâbede Mübarek Vazifeler

Kabe'deki mukaddes vazifeleri eskidenberi yapan ve ellerinde tutan Araplar, bunları büyük bir şeref olarak kabul ederlerdi. Bu vazifeler arasında en mühimleri; Kabe'nin anahtarlarını elinde tutmak olan Hicâbet Zemzem suyunu ve hacıların su işlerini idare etmek olan Sikâye; ziyaretçileri barındırma ve müsafirlik işlerini ayarlamak olan Rifâde'dir. Bu şerefli vazifeleri Peygamberimiz Aleyhisselâmın soyuna mensup kimseler yapıyordu. Hatta Efendimizin dedesi Abdülmuttalib'in, kaybolan Zemzem kuyusunu ve suyunu bulması büyük bir hizmet olmuş, itibarını da çok artırmıştı.

Fil Vak'ası (M. 571)

Mekke'nin manevî ve ticarî bir merkez halinde olması, Kâbe sebebiyle her taraftan insanların oraya akın ederek saygı göstermeleri, zaman zaman bazı hükümdarların dikkatlerini çekiyor, bunu önlemek için düşmanca fikirlere itiyordu. Habeşistan Devletinin Yemen Valisi olan Ebrehe de, insanları Kâbe ziyaretinden vazgeçirmek, Mekke'nin ağırlığını ortadan kaldırmak için San'a şehrinde Aklis veya Kulleys adında büyük bir kilise yaptırdı. insanların Kabe'yi bırakıp buraya gelmelerini sağlamak istedi. Ancak başaramadı. Üstelik Arapların bu kiliseye hakaret ettiklerini görünce, Mekke'ye yürüyüp Kâbe'yi yıkmak çılgınlığına düştü.

Ebrehe'nin Kâbeye Saldırması

Ebrehe, hazırladığı büyük bir ordu ile Mekke üzerine yürüdü. O zamanın âdetince uğur sayılan ve bugünün tanklarının yerini tutan büyük Mahmudî Fil'ini de ordusunun önüne kattı. Bu sebeple hâdise, tarihte Fil Vak'ası adıyla anılmıştır. Kabileler halinde dağınık yaşayan Araplar, yer yer Ebrehe'nin ordusuna karşı koymaya çalıştılarsa da, onu önleyemediler. Ebrehe'nin keşif için ileriye gönderdiği askerleri de, Mekke'lilerin nesini buldularsa, yağmalayıp getirdiler.

Mekke'lilerden bir sulh hey'eti, Ebrehe'ye gittiler ve mallarının geri verilmesini istediler. Hey'etin başında, o zaman Mekke şehrini idare eden Kureyş kabilesi reisi, Peygamberimiz Aleyhisselâmın dedesi Abdülmuttalip bulunuyordu. Yağmalanan mallar arasında, onun da 100 devesi vardı. Ebrehe, onların bu isteğine şaşırdı:

-"Ben, Kabe'yi yıkmak için geliyor ve bundan vazgeçmem için rica etmenizi bekliyorken, siz develerinizin derdine düşüyorsunuz?!" dedi. Böylece onları aşağı düşürmek istedi. Fakat Abdülmuttalip:

-"Ben, develerin sahibiyim ve onları istiyorum. Kabe'nin ise asıl sahibi var. O'nu O Yüce sahibi korur!" diye cevap verdi.

Ebrehe, yağmalanan malları geri verdikten sonra, ordusunu ve şöhretli filini Mekke üzerine yürüttü. Abdülmuttalib ise, Kabe'nin kapısına yapışıp göz yaşları ile duâ ettikten sonra halkı dağlara çekerek olacakları ibretle beklemeye başladı. Ebrehe, koca filinin Mekke üzerine gitmemekte direndiğini, ayaklarının kumlara saplanıp kaldığını, başka tarafa çevrildiği zaman koşarak yol aldığını görünce, küplere bindi. Bu sırada, Ebrehe ve askerleri Kur'an-ı Kerîm'in Fîl Sûresi'nde bildirildiği üzere, hiç beklemedikleri bir şeyle karşılaştılar. Bir anda gökyüzünü kaplayan Ebabil kuşları, ağızlarında ve ayaklarında taşıdıkları küçük kızgın taşları düşman askerlerinin üzerine atıyorlar, bir nevi Ebrehe ordusunu havadan bombardıman ediyorlardı. Böylece koca ordu neye uğradığını şaşırdı, yara bere içinde perişan oldu. Çok az kişi kaçabildi. Onlar da aldıkları yaranın tesiriyle kısa zaman sonra öldü. Ebrehe de canını zor kurtarıp Yemen'e döndü ise de, çok geçmeden O da orada öldü. Kabe'nin sahibi Kabe'yi işte böyle korumuştu.

Peygamberimiz (A.S) Dünyaya Geliyor
(17 Nisan 571-12 Rebiulevvel)

Fil Vak'ası, milâdî 571 senesinde meydana gelmiş, o sene de "Fil Yılı" adıyla Araplar arasında bir çeşit tarih başlangıcı sayılmıştı. İşte bu hâdiseden 52 gün sonra, Nisan ayının 17'nci, Rebîulevvel ayınım 12'nci Pazartesi gecesi sabah olurken Mekke'de Haşim Oğulları mahallesinde, âlemlere rahmet olan iki cihan güneşi, son peygamber Muhammed Mustafa Aleyhisselâm, tek bir inci gibi dünyaya geldi. O sabah âlem başka bir âlem oldu, bütün cihan nur ile doldu, kâinat muradına erdi.

Peygamberimiz Aleyhisselâmın doğduğu gece bir çok mucizeler meydana geldi. Mübarek sırtının iki küreği arasında, kalbinin hizasında Peygamberlik mührü vardı. Melekler validesini tebrike geldi. Kabe'deki ve civardaki putlar yüzüstü yere serilmiş halde bulundu. Hükümdarların sarayları sarsıldı, direkleri yıkıldı. Mecûsilerin bin seneden beri devamlı yanan ateşleri söndü, iran'da Sâve Gölü kurudu, bin yıldır kurumuş olan Semâve vadisi sularla dolup taştı. İnsanlar, büyük bir hâdisenin başladığını anladı. Çünkü bu mucizeler, hükümdarların saltanatının yıkılışını, dünyadaki küfür ateşlerinin sönüşünü, bâtıl dinlerin, sapık inançların kuvvetinin kuruyuşunu haber veriyordu.

Peygamberimizin Yüce Soyu

Peygamberimiz Aleyhisselâmın yüce soyu, İbrahim Aleyhisselâmın oğlu Hazreti İsmail'e dayanır. Babası Kureyş'in Haşim Oğulları sülâlesinden Abdulmuttalib'in oğlu Hazreti Abdullah'dır. Annesi ise, Zühre Oğulları'ndan Vehb'in kızı Hazreti Âmine'dir. İkisi de Mekke'li olmakla birkaç göbek yukarıda soyları birleşir. Hazreti Abdullah, Peygamberimiz daha ana rahminde iken, doğumundan iki ay evvel Suriye seyahatinden dönerken Medine'de 25 yaşında vefat etmişti. Bu sebeple Efendimiz doğuştan öksüz olarak doğdu.

Doğduğunda Muhammed ve Ahmed isimleri, daha sonra Mahmud ve Mustafa isimleri verilen Fahri Kâinat Efendimize, babasından miras olarak beş deve, bir sürü koyun, Ümmü Eymen adında Habeşli bir cariye ve doğduğu kutlu bir ev kalmıştı.

Sütanneye Verilmesi (M. 571)

Mekke'nin havası yeni doğan çocuklara ağır geldiği ve onların daha güzel dil öğrenmeleri için, civar yaylalardan gelen süt analarına verme âdeti vardı. Bu âdet üzere Mekke'ye yine bir çok kadın gelmiş hepsi birer çocuk almışlardı. Bunların içinde merkebinin çok kötürüm

olması sebebi ile Halime bir çocuk alamamıştı. Kendisine Peygamberimiz Aleyhisselâm teklif edilince de, yetim olması sebebiyle pek kârlı bir iş olmaz diye düşünmüş, fakat sonradan aldığına çok sevinmişti. Çünkü O'nun gelmesiyle evinde malında bereket artmış, her şeylerine bolluk gelmişti. Hazreti Halime ve kocası ondaki üstün vasıfları sezerek bir şey olmaması için üzerinde titrie-mişlerdi.

Sütanne, Annesine Teslim Ediyor (M.575)

Peygamberimiz Aleyhisselâm beş yaşma basıncaya kadar, bu aile içerisinde kalmış, süt kardeşi Şeyma ile beraber büyümüştür. Daha sonra Hazreti Halime getirip validesine teslim etmiştir. Peygamberimiz Aleyhisselâm süt annesine karşı hayatı boyunca hürmet ve ikramda bulunmuştur. Süt kızkardeşi Şeyma'ya karşı da nasıl vefakâr davrandığı Huneyn savaşı sonunda görülmüştür..

Annesini Kaybediyor ( M.577)

Peygamberimiz Aleyhisselâm, süt anasından geldikten sonra iki sene annesi ile beraber kaldı. Hazreti Âmine, oğlu ve kölesi ile beraber Medine'ye gidip Hazreti Abdullah'ın kabrini ziyaret etmek istedi. Bu maksatla yola çıktılar, Medine'ye ulaştılar. Ziyaretlerini yaptıktan sonra, geri dönerken Medine yakınlarındaki Ebvâ köyünde hastalanan Hazreti Âmine 576 veya 577 yılında vefat etti.

Dedesinin Himayesinde (M.577)

Babasından sonra, altı yaşında anasından da yetim kalan Peygamberimiz Aleyhisseİâm'ı kölesi Ümmü Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti.

Validesinin vefatından sonra Peygamberimiz Aleyhisselâm, dedesi Abdulmuttalib'in yanında kaldı. Hizmeti ile cariye Ümmü Eymen uğraştı.

Ebû Talibin Yanında (M.579)

Peygamber Efendimiz, İki sene geçip sekiz yaşına geldiği zaman, dedesi Kureyşin reisi Abdülmuttalipde vefat etti. O vefat ederken oğulları içinde Ebû Talib'e, yeğenine bakmak vazifesini verdi.

Amcası Ebû Tâlib, ona baba yakınlığı gösterir ve diğer öz oğullarından daha iyi bakar, her şeyden esirgerdi. Çünkü Peygamberimizin; evinin, malının bereketi olduğunu görüyor, kendisindeki ileriye ait halleri seziyordu. Peygamberimiz Aleyhisselâm bir müddet amcasının koyunlarını güderek, amcasına yardımcı olmuştur.

1. Şam Seyahati (M.583)

Peygamberimiz Aleyhisselâm 13 yaşına girdikleri zaman, ilk defa Mekke dışına seyahat etme imkanını buldular. O devirlerde Kureyş kervanları ticaret için yazın Şam tarafına, kışın da Yemen tarafına giderlerdi. Peygamberimizin amcaları da Kureyş kabilesinin önde gelen kişileri olarak zaman zaman bu kaafilelere katılırlardı. Efendimiz (A.S) de amcaları ile beraber başka ülkeleri görmeyi razu ediyor ve bunu amcası Ebû Talib'e söylüyordu.

Ebû Tâlib, yetim yeğenini yanından ayırmak istemiyor, O'nun başına bir şey gelir korkusuyla ne bırakmakta, ne de götürmekte karar kılabiliyordu. Peygamberimiz Aleyhisselâmın kendisiyle gelmek istemesi karşısında, Efendimiz (A.S) 13 yaşında iken Suriye'ye giden Şam ticaret kervanına katıldılar. Kaafilenin yolu Şam yakınındaki Busra kasabasına uğradı. Buradaki kilisede vazifeli, gelip geçen yolcularla ilgilenen Bahira adındaki rahibin, kervanı takip eden bir bulut ve kervanda gördüğü genç bir çocuk dikkatini çekti. Mukaddes kitaplarda okuyup, vasıflarını gördüğü ve gelmesinin yaklaştığını sezdiği son peygambere ait bildiklerini, bu genç çocukta gördü.

Rahib Bahira, Fahri Kâinat Efendimize, Arapların en büyük putları Lat ve Uzza'nın adına yemin vererek bazı şeyler sordu. O'nun bunlara yemin etmekten hoşlanmadığını gördü. Nihayet Efendimizden rica ederek sırtını açtırdı ve O'nda gördüğü peygamberlik mührünü edeple öptü. Sonra Ebû Talib'e yanındaki çocuğun geleceği hakkında bildiklerinden anlatarak, Şam'a gitmemelerini istedi. Çünkü orada yahudilerin, O'ndaki vasıfları görerek, hasedlerinden bir kötülük yapmalarından korkuyordu. Ebû Tâlib de mallarını Busra'da satıp alacaklarını temin ederek oradan geri döndü.

Yemen Seyahati ( M.583)

Peygamberimiz Aleyhisselâm 17 yaşında da, diğer amcaları Zübeyr ve Abbas'ın yanında Yemen ticaret Kaafilesine katılarak bu ülkeye gidip geldi. Bu yolculukta da kendisinde büyük haller görüldü. Araplar arasında şan ve şerefi iyice yükseldi.

Hılfülfudul Cemiyeti ve Andlaşması (M. 591 )

Cahilliyet devrinde Arap kabileleri arasında kan dâvaları, iç savaşlar eksik olmazdı. Yalnız dört haram ay olan Receb, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem'de savaşmak haram kabul edilirdi. Eğer bu aylarda da, savaş yapılırsa, buna Ficar Savaşları adı verilirdi.

Kureyşliler ile Havazin kabilesi arasında çıkan ve dört yıl süren böyle bir Ficar Harbine, Peygamberimiz Aleyhisselâm da 20 yaşında iken amcalarıyla beraber katılmıştır. Kureyş'in haklı olduğu bu savaşta, Efendimiz (A.S) hiç kimsenin kanını dökmemiş, bir ok bile atmamıştı. Ancak, düşmanı oklarını toplayıp amcalarına vermişti.

Peygamberimiz Aleyhisselâm 20 yaşında iken, Mekke'de yerli ve yabancı herkesin can ve mal emniyetinin korunması, asayişin sağlanması, adaletin işlemesi gibi hususlara sahip çıkan "Hılfulfudul = Fadılların Yemini" adıyla anılan cemiyette bulunmuş, amcalarıyla beraber kurucuları arasında yer almıştır.

2. Şam Seyahati (M. 595)

Efendimiz, amcalarının yanında ticaret hayatını öğrenmiş ve bu işle uğraşmaya başlamıştı. Eskiden beri kavmi arasında akıl, zekâ, kabiliyet ve doğruluğu ile biliniyordu. Bu sebeple herkese emniyet ve güven verdiği için kendisine "Emîn" lâkabı verilmişti.

Kureyş'in zengin kadınlarından, yüksek ahlâkı ve yardımseverliği ile tanınmış dul bir hanım olan Hatice, bazı kimselere sermaye ve yardımda bulunarak ortak ticaret yapardı. İlk kocasının ölümünden sonra, kendisi ile evlenmek isteyenler hayli fazla olduğu halde, hiçbirini kabul etmemişti. Peygamberimiz Aleyhisselâmın doğruluk ve dürüstlüğünü duymuş, kendisine sermaye vererek kölesi Meysere ile beraber Şam'a büyük bir ticaret kervanı kaldırmıştı.

Peygamberimiz Aleyhisselâm bu seyahatinde Şam'a varmadı. Rahib Bahira'nın ölümünden sonra yerine geçen Rahib Nastura, O'ndaki alâmetleri sezerek bir zarar gelmemesi için, mallarını Busra'da sattırdı. Üç ay süren bu yolculuktan çok büyük bir kârla Mekke'ye dönen Peygamberimiz Aleyhisselâm, Hatice'nin dikkatini çekti. Çünkü O'nun doğruluğu sayesinde, o zamana kadar görülmemiş bir kâr elde etmişti.

Hazreti Hatice ile izdivacı (M.596)

Hatice, elde ettiği büyük kazançlardan çok, Peygamberimizin doğruluğuna ve üstün vasıflarına hayran kalmış, araya konulan vasıtalarla evlenmişlerdi. Nikâhları kıyıldığı zaman Peygamberimiz Aleyhisselâm 25, Hatice validemiz ise 40 yaşında bulunuyordu. Birbirinden memnun olarak 25 sene mes'ut bir hayat sürdüler, çocuklarını büyüttüler, insanlara örnek oldular. Bu 25 senenin 15 yılı Peygamberlikten önce, 10 yılı da Peygamberlik devrinde geçti. Peygamberimiz Aleyhisselâm, kendisine yapılan bir çok tekliflere rağmen, Hazreti Hatice'nin sağlığında başka bir kadın almadı. İbrahim isimli oğlundan başka bütün çocukları Hazreti Hatice'den dünyaya geldi.

Hakem Seçilmesi (M. 606)

Kureyşliler bir ara, yağan yağmurlar ve çıkan yangınlardan hayli zarar görmüş olan Kabe'yi yeniden yapmaya, tamir etmeye başlamışlardı. Peygamberimiz Aleyhisselâm da bu çalışmaya katılmış, mübarek omuzlarında taşlar taşımıştı. Her iş bitip sıra Hacer-i Es'ad'ın yerine konulmasına gelince, kabileler arasında andlaşmazlık çıktı. Çünkü herkes bu mübarek taşı yerleştirme şerefini başkasına kaptırmak istemiyordu.

Dört beş gün devam eden çekişmeler sonunda, iş iyice alevlendi ve kabileler arasında savaş çıkmasına kadar vardı. Mekke'nin kana bulanacağını gören ve endişeye kapılan yaşlı bir Ku-reyşli bir fikir ortaya attı. Buna göre herkes bekleyecek , Harem-i Şerife ilk girecek kişi hakem seçilecekti. Bu fikir herkes tarafından beğenildi. Bir müddet sonra Fahri Kâinat Efendimizin çıkıp geldiğini gören insanlar, hep birden sevindiler, rahatladılar. Çünkü O'na, doğru ve adaletli davranışından dolayı "Emîn" lâkabını kendileri vermişlerdi.

Peygamberimiz Aleyhisselâm kendisinden beklenen şekilde, herkesi yatıştıracak bir usûl buldu. MübareK hırkasını yaygı yaparak ortasına Hacer-i Es'ad'ı yerleştirdi. Yaygının uçlarından, her kabilenin büyüklerine tutturdu. Böylece hep beraber mukaddes taşı kaldırdılar, yerine getirdiler. Yerleştirileceği sırada, Peygamberimiz Aleyhisselâm mübarek ellerine aldı ve yerine koydu. Peygamberimizin 35 yaşında iken yaptığı bu hakemlik ile, büyük bir andlaşmazlık çözüldü, kan dökülmesi önlenmiş oldu. O'nun bu güzel hareketi ile, Kureyşliler kendisine daha çok hayranlık duydu, içlerindeki sevgi arttı, böylece itibarı yükseldi.

İlk Vahiy...Peygamberlik ve İslam Dininin Gelişi (M.610)

Bütün insanlık kara bir cehalet, akla hayale gelmez sapıklıklar içinde yüzüyordu. Akıl sahipleri ve tevhid inancı içinde olan çok az bir gurup insan, âlemi aydınlatacak hakikat güneşinin yakında doğacağını anlıyorlar, söylüyorlar ve dört gözle bekliyorlardı. Mekke'de bulunan tevhid inancına sahib Hanifler de, Hıra Dağı, (diğer adılya Nur Dağı)'ndaki özel yerlerine, mağaralara çekilip Allahü Teâlâ'ya ibadet ile uğraşıyorlardı.

Peygamberimiz Aleyhisselâm da Ramazan ayı gelince, yanına zeytin, su ve kuru ekmekten meydana gelen azığını alır, orada inzivaya çekilir, Allahü Teâlâ'ya ibadete dalardı. Bu ibadeti, olanlardan ibret almak, hakikati düşünmek, iç âleminde murakabeye varmak şeklinde oluyordu.

Peygamberimiz Aleyhisselâm 40 yaşına girdiği zaman kendisine Nebîlik, 43 yaşında ise Rasüllük geldi. Nebîlik doğru rüyalarla başlamıştı ki, altı ay müddetle rüyasında gördükleri aynen çıkıyordu.

Milâdî 610 yılının Ramazan ayında yine böyle Hıra Dağına çekildiği sırada, ayın 17'sine rastlayan Pazartesi gecesi seher vaktinde, bulunduğu mağaranın içinde bir ses ve bir nurla irkildi, dehşete kapıldı. Allahü Teâlâ tarafından kendisine gönderilen Melek, Cebrail Aleyhisselâm ilk vahyi getiriyor, Alak Sûresi'nin ilk âyetleri olan "Allah'ın ismiyle oku!" emrini bildiriyordu. Hazreti Cibril bu ilk gelişinde, Fahri Kâinat Efendimize okumayı, abdest almayı ve namaz kılmayı öğretti.

Peygamberimiz Aleyhisselâm, saadetti hanesine ilahî vahyin heybetinden korkmuş bir halde döndü. Hazreti Hatice'ye kendisini örtmesini söyledi. Biraz istirahat edip kendine geldikten sonra, olanları anlattı. Hazreti Hatice, her zaman olduğu gibi, Peygamberimizin Peygamberlik vazifesinde de ilk yardımcısı oluyordu. O'nu, tesellî edip büyük bir nimetle karşı karşıya olduğunu anladı ve anlattı. Amcası Varaka'ya olanları bildirdiler. Varaka eski kitabları okumuş, tevhid inancı üzerine olan Haniflerdendi. Duydukları karşısında, Peygamberimiz Aleyhisselâmı tebrik etti. Kendisinin peygamberlikle vazifelendiğini, başına gelecek güçlükleri anlattı. Ancak Peygamberimiz Aleyhisselâmın İslâm'a çağırma zamanına yetişemeden öldüğü için, O'na yardımcı olmak emeline kavuşamadı.

Allahü Teâlâ, Peygamber Aleyhisselâmı yavaş yavaş mukaddes vazifesine alıştırdıktan sonra, üç sene geçince Hazreti Cibril gelerek ilâhî emirleri anlatma ve azabdan korkutma vazifesine başlamasını bildirdi. Bundan sonra Cebrail Aleyhisselâm 23 sene boyunca Kur'an âyetlerini, ilâhî emirleri getirmeye devam etti Peygamberimiz Aleyhisselâmın büyük vazifesi de, 13 senesi Mekke'de, 10 senesi de Medine'de olmak üzere yaklaşık 23 yıl devam etti.

Peygamberimiz Aleyhisselâm, bütün âlemlere rahmet, insanların ve cinlerin hepsine kılavuz ve kurtarıcı olarak gönderilmişti. Bu son ve tam dine İslâm, ona teslim olup emirlerini kabul edenlere, inananlara Müslüman ve Mümin denildi.

İlk Müslümanlar

Peygamberimiz Aleyhisselâm, vazifeye ilk başladığı zaman, insanları gizli olarak dine çağırıyor, saklı yerlerde buluşup ibadet ediyorlardı. İslâm ile ilk önce şereflenen ve Peygamberimiz Aleyhisselâmla namaz kılan zevcesi Hazreti Hatice, en yakın arkadaşı ve dostu Hazreti Ebû Bekir, amcasının oğlu genç Hazreti Ali ve âzadlı kölesi Hazreti Zeyd b. Harise'dir.

Daha sonra Hazreti Ebû Bekir'in yol göstermesiyle Hazreti Osman b. Affan, Hazreti Abdurrahman b. Avf, Hazreti Sa'd b. Ebî Vakkas, Hazreti Zübeyr b. Avvam, Hazreti Talha b. Ubeydillah ye Hazreti Ebû Ubeyde b. Cerrah müslüman oldular. İşte bunlara "İlk Müslümanlar adı verilir. Sonradan Hazreti Ömer'in katılmasıyla bu 10 erkek müslüman "Aşere-i Mübeşşere = Cennetle Müjdelenen Onlar" adıyla anılmış, sahabilerin en büyükleri olmuşlardır.

Alenî Davet Başlıyor (M. 613 - İslamın 4. Yılı)

Peygamberimiz Aleyhisselâm; ilk üç sene insanları el altından, gizliden gizliye islâm Dinine girmeye, putları terketmeye çağırıyordu. Hazreti Ebû Bekir başta olmak üzere diğer müminler de O'na yardımcı olmaya çalışıyorlar, dostlarını, yakınlarını bu hak dine davet ediyorlardı. Bu üç sene içerisinde müslümanların sayısı 30'u biraz geçmişti. İbadetlerini ise evlerinde, gizli yerlerde yapabiliyorlar, Mescid-i Haram'a girip duâ edemiyorlardı. Kur'an âyetlerini ve hükümlerini öğrenmeleri de yine gizlilikle yürüyordu. Sahabîlerin meydana çıkma isteği karşısında, Peygamberimiz Aleyhisselâm henüz az olduklarını söylüyordu.

Nihayet peygamberliğin dördüncü yılına rastlayan Mîlâdî 614 senesinde, Hıcr Sûresi'nin 94'ncü âyetiyle bildirilen "Emrolunduğunu açıkça, çatlatırcasına bildir!" ilâhî emri geldi. Peygamberimiz Aleyhisselâm da vahyin bu emrine uyarak insanları açıktan açığa hak yola çağırmaya başladı. Önce en yakınlarını, akrabalarını, dostlarını ziyaret ederek İslama davet etti. Bu yüce dinin güzelliklerini anlatarak onları kötülüklerden uzaklaştırmaya çalıştı.

Mekke kâfirleri, müslümanların yeni bir dinle ortaya çıkmasından hoşlanmamışlardı. Ancak kendilerine bir zararları olmadığı için de pek fazla ses çıkarmıyorlardı. Ancak putlara tapmalarının yanlış ve sapık bir hareket olduğu, gittikleri yolun kötü sonuçlar vereceği gibi hakikatler bildirilmeye başlanınca, düşmanlıklarını ortaya döktüler. Bu düşmanlıkları alay ve hakaretle başladı, sonraları ezâ, cefâ, işkence, ticarî ve medenî sıkıntılara düşürme, şiddet kullanma şeklinde devam etti.

Kabul Etmiyorlar

Şuarâ Sûresi'nin 214 ilâ 216'ncı âyetlerinin gelmesiyle en yakınlarından başlayarak Allah'ın azabıyla korkutma emri bildirilince, Peygamberimiz Aleyhisselâm akrabasını topladı. Putları terketmeleri-ni Allahü Teâlâ'ya ibadette bulunmalarını, iyilikleri ve kötülükleri anlattı. Peygamberimizin karşısına ilk çıkan amcası Ebû Leheb oldu. Nitekim, Allahü Teâlâ'nın emirlerini bildirmek için Mekke halkını Safâ tepesine topladığında; kendisinden şimdiye kadar bir yalan duyup duymadıklarını, şu tepenin arkasında bir düşman ordusu bulunduğunu haber verse inanıp inanmayacaklarını sormuş, kendisine "Emîn" lâkabını verdikleri kimseye elbette inanacaklarını, ondan hiç bir yalan duymadıklarını söyleyen insanlar, O'nun Peygamberliğini bildirip iman etmeleri teklifine bir şey diyememişlerdi. Ebû Leheb ise yine küstahlığını gösterip hakaret etmeye kalkışmış, karısıyla kendisi hakkında Tebbet Sûresi'nin nazil olmasına sebep olmuştu.

Kureyş müşrikleri haklarında azâb âyetleri gelince, müminlere eziyet etmeye başladılar. İslâmın yayılmasını, müslümanların çoğalmasını önlemek için ezâ ve cefâdan geri durmadılar. Bir taraftan da, Fahri Kâinat Efendimize, amcası ve koruyucusu Ebû Tâlib'e başvurarak yeni bir din ortaya çıkarmaktan, putlarına dil uzatılmasından vazgeçilmesine çalıştılar. Fakat imkânsız bir şey istedikleri için, red cevabı aldılar. Bunun üzerine zayıf ve kimsesiz müminlere işkence etmeye giriştiler.

İŞKENCELER BAŞLIYOR

Peygamberimiz Aleyhisselâm ve diğer kabile ve akrabası kuvvetli olan bazı müslümanlara bir şey yapamıyorlarsa da, fakir, zayıf ve kimsesiz müminlere göz açtırmıyorlardı.

Dinlerinden döndürmek ve onlara bakarak başkalarının da iman etmesini önlemek için, akıllarına gelen her türlü eziyet ve işkenceyi uyguluyorlardı.

Kâfirlerin bu işkenceleri arasında, müminler öz oğulları bile olsa, aç susuz bırakmak, hapsetmek, bayıltıncaya kadar dövmek, yaralamak, kanlar içinde bırakmak, kızgın güneşin altında üzerine kayalar koyarak bekletmek, kızgın demirlerle dağlamak gibi insanlık dışı usuller vardı.

İslâmın ilk devirlerinde işkence gören bu müminler arasında en meşhurları Hazreti Bilal Habeşî, Hazreti Ammar b. Yâsir ve babası Hazreti Yâsir ile annesi Hazret! Sümeyye, Hazreti Habbab b. Eret, Hazreti Suheyb b. Sinan Rumî, Hazreti Ebû Fukeyhe gibi köleler ve zayıflar; Hazreti Zinnîre, Hazreti Lübeyne ve Hazreti Nehdiyye gibi cariyeler vardır. Bunların hepsi de dinlerinden döndürülmek için işkenceye uğramışlardı. Fakat çoğu, kâfirlerin dediklerine uymamış, bazısı ise Peygamberimiz Aleyhisselâmın izniyle sadece dillerinden söylenileni tekrarlamışlardı. Hazreti Ebû Bekir bu işkence gören erkek ve kadın köle müslümanların yedisini büyük karşılıklarla satın alarak âzad etmişti.

Hazreti Sümeyye ve Hazreti Yâsir en acı ve çirkin şekilde öldürülerek İslâmın ilk şehîdleri olmuşlardı.

Müminlere eziyet ve işkence edenlerin başında Ebû Cehil, Ebû Leheb, As b. Vâil, Ümeye b. Halef, Velid b. Mugîre, Nadr b. Haris gibi ileri gelen Mekke kâfirleri bulunuyordu.

İşkenceler

Mekke müşriklerinin bütün düşmanca hareketlerine rağmen İslâm dini genişliyor, müminlerin sayısı gittikçe çoğalıyordu. Fakat bu hal, kâfirlerin ezâ ve cefâlarını daha da arttırmalarına yol açıyordu. Çünkü iman ile küfür arasındaki mücadele böyle devam edegeliyordu. Peygamberimiz Aleyhisselâm, düşmanların kendilerine yaptıkları kötülüklere karşı, onları sarsmış olan her türlü dinî ve medenî sapıklıklardan kurtarmaya, ebedî kurtuluşa, huzura kavuşturmaya çalışıyor, Kur'ân okuyarak, İslâm'ın güzelliklerini, küfrün aşağılıklarını anlatarak vazifesini ifâdan geri kalmıyordu.

Müşrikler ise, İslâm'ın gelmesiyle o zamana kadar sürdürdükleri haksızlığın, zorbalığın ve bu sayede elde ettikleri makam ve menfaatlerin elden gitmesinden, itibarlarının kaybolarak zengin ve fakir, kuvvetli ve zayıf herkesin ilahî adalet önünde eşit hale gelmesinden korkuyorlardı. Bunun için de, Ebû Tâlib'i sıkıştırarak, müminlerin kuvvetlilerine kadar eziyeti arttırarak, hattâ Peygamberimiz Aleyhisselâmı boğmaya kalkışacak kadar gözleri dönmüş bir şekilde hak dine ve yolcularına saldırıyorlardı.

1. Habeşistan Hicreti (M. 615 İslamın 6. Yılı)

İslâm'ın altıncı yılına rastlayan Mîlâdî 615 senesinde, Peygamberimiz Aleyhisselâm sahabîlerinin bir kısmı ile Hazreti Erkam'ın evine taşınmış, bu saadetti hane "Dâr-ı Erkam" adı ile İslâm'da çok mühim bir yer tutmaya başlamıştı. Müslümanlar, artan eziyet ve işkence karşısında ibadetlerini serbestçe yapabilecekleri ve yaşayacakları bir yere hicret, göç etmek için Peygamberimiz Aleyhisselâmdan izin istediler. Kendilerine Habeş diyarına hicret için müsaade verildi ve hayır dualarla yolcu edildiler.

Habeş hicretine ilk katılan muhacirler 12 erkek ve 4 kadından ibaretti. Bunların içinde Hazreti Osman b. Affan ve zevcesi, Peygamberimiz Aleyhisselâmın kızı Hazreti Rukayye, Hazreti Zübeyr b. Avvam, Hazreti Abdurrahman b. Avf ve Hazreti Abdullah b. Mesud gibi sahabiler bulunuyordu. Kureyş kâfirleri, onların Mekke'den çıkışını duyarak peşlerinden gitmişlerdi. Ancak müminler gemiye binerek Kızıldeniz'e açılmış olduklarından yetişemediler.

İslâm'ın altıncı yılı, Mîlâdî 616 senesinde Ebû Tâlib'in oğlu Hazreti Cafer Tayyar başkanlığında 83 erkek, 21 kadından meydana gelen 104 kişilik bir mümin topluluğu daha Habeşistan'a hicret etmişlerdi. Müslümanlar Habeş hükümdarı Ashame tarafından çok iyi karşılandılar ve her hususta yardım gördüler. Mekke kâfirleri ise, onların iyi halde olduklarını öğrenmişler; orada da kuvvet bulmasınlar diye elçiler göndererek, kendi vatandaşları olan bu insanların geri verilmesini istemişlerdi. İsa Aleyhisselâmın şeriatı üzere tevhid inancında olan Ashame ise, müminlerin verdiği güzel ve mantıklı cevablardan da kuvvet alarak Kureyşlilerin isteklerini kabul etmemişti. Habeş Hükümdarının bu sıkıntılı devirde, gösterdiği yakınlıkla İslâm'a ve insanlığa büyük hizmeti geçmiştir.

Habeşistan'da çok iyi geçinen müminlerden bir kısmı, müslümanlarla kâfirlerin anlaştıkları haberini duyarak Mekke'ye dönmüşler, ancak asılsız olduğunu öğrenince tekrar hicret etmişlerdi. Garânik hadisesi adıyla anılan bu yanlış haberden dolayı dönenlere, müşrikler yine işkenceden geri kalmamışlardır.

Hazreti Hamzanın Müslüman Oluşu (M.616-İslamın 7. Yılı)

Peygamberimiz Aleyhisselâm, her türlü güçlük karşısında insanları hak yola çağırmaya çalışırken, düşmanlar da her fırsatta O'na ve müminlere eziyet etmekten geri kalmıyorlardı. Hicretin altıncı yılında, bir gün Safa tepesinde oturmakta olan Peygamberimiz Aleyhisselâm, Ebû Cehil'in kendisine karşı hakaret dolu sözlerine sabır göstermiş, cevab vermeye tenezzül etmemişti. Bunu gören bir kadın, avdan dönen ve Kabe'yi cahiliyet âdeti üzere tavaf etmekte olan amcası Hamza'ya haber vermiş, hadiseyi sitemli sözlerle anlatmıştı.

Hamza, yeğeninin hakarete uğramasına dayanamayarak kalabalık bir topluluk içerisinde oturan Ebû Cehil'e çattı ve kafasına yayı ile vurup yardı. Adamları Ebû Cehil'in uğradığı bu saldırı karşısında Hamza'ya karşılık vermek istediler. Ancak Hamza'nın müslüman olmasından korkan Ebû Cehil, onun, kardeşinin oğlunun intikamını almakta haklı olduğunu söyleyerek aşağıdan aldı. Hamza ise, Fahri Kâinat Efendimize giderek yaptığını anlattı, Efendimizitesellî etmek istedi. Fakat Peygamberimiz Aleyhisselâm, amcasına, ancak müslüman olduğu takdirde tesellî bulup memnun olacağını bildirdi. Bunun üzerine Hazreti Hamza İslâm ile şereflendi.

Hz. Ömer'in Müslüman Oluşu (M.616 - İslamın 7. Yılı)

Hazreti Hamza'nın iman etmesiyle, küfür ileri gelenleri korktuklarına uğramışlar, kuvvetli bir destekçilerini kaybetmişlerdi. Bu korku ve telaşla acele alarak toplandılar ve bu işe bir çare bulmanın yollarını araştırdılar. Sonunda Peygamberimiz Aleyhisselâmı ortadan kaldırmaya karar verdiler. Ancak Peygamberimiz Aleyhisselâmın kabilesi Haşim Oğulları hayli kuvvetli olduğu için, kimse böyle bir işi almaya cesaret edemiyordu. İçlerinde en cesuru, 33 yaşında bir yiğit olan Ömer b. Hattab, ortaya çıktı ve bu işi üzerine aldı. Kâfirler onun bu fedailiği karşısında çok sevindiler. Kendisini alkış ve övmelerle, büyük vaad ve mükâfatlarla yola çıkardılar. Ömer, kılıcını sıyırmış bir halde hırsla Peygamberimiz Aleyhisselâmın bulunduğu Dâr-ı Erkam'a giderken, yolda kızkardeşi Hazreti Fâtıma ile eniştesi Hazreti Sa'd'ın da müslüman olduklarını öğrenince, çileden çıktı. Önce onların işini bitirmek maksadıyla geri döndü. Onun geldiğini duyan ve içeride Kur'ân okumakta olan ev halkı, korkuyla âyetleri sakladılar. Fakat Ömer, okunan âyetleri duymuş, ne olduğunu sormuştu. Onlar gizlemek isteyince, eniştesini ayağının altına aldı. Kocasına yardım etmek isterken, kızkardeşi de yediği tokatla ağzı burnu kan içinde yere düştü. Ancak imanın verdiği kuvvetle; "Ey Ömer, Allah'dan kork da yaptığın zulme bak! İşte biz, müslüman olduk, başımızı kessen de imanımızdan dönmeyiz!" diye haykırdı.

Bu duygulandırıcı manzara karşısında, yaptıklarından utanan ve pişman olan Ömer, okuduklarını getirmelerini istedi. Kendisine Tâhâ ve Hadid Sûresi âyetlerini getirip okudular. Kur'ân-ı Kerîm'in hakikatleri ve güzelliği karşısında kalbi yumuşayan ve küfür düşüncelerini dışarı fırlatan Ömer, Fahri Kâinat Efendimize götürülmesini istedi.

O sırada Efendimiz eshabı ile Dâr-ı Erkam'da bulunuyordu Ömer'in geldiğini gören ve duyan müminler endişe ve korkuya kapıldı. Yalnız Hazreti Hamza istifini bozmadı. Peygamberimiz Aleyhisselâm, Hazreti Cibril'den müjdeyi aldığı için sakin bir şekilde bekliyordu. Nitekim içeri girer girmez kendisine müslüman olmasını teklif ettiği zaman, Hazreti Ömer kelime-i şehadet getirip İslâm'ın 40'ıncı yiğidi olma şerefini kazanıyordu. Müslümanlar ise, önce Hazreti Hamza, üç gün sonra da Hazreti Ömer'i kazanmakla büyük sevince boğuldular.

Kâbede İlk açık Namaz

Hazreti Ömer'in teklifi ile, Peygamberimiz Aleyhisselâm ve müminler toplu halde meydana çıktılar ve namaz kılmak üzere Kabe'ye yürüdüler. Peygamberimiz Aleyhisselâmı öldürmek üzere gönderdikleri Hazreti Ömer'in; Peygamberimizin yanında diğer müslümanlarla beraber geldiğini gören kâfirler, endişeye kapıldılar. Hazreti Ömer'in meydan okuyan sözleri karşısında neye uğradıklarını şaşırdılar, her biri bir tarafa sıvıştılar.

Müminler ise Fahri Kâinat Efendimizle, Kabe'de ilk defa açıkça kıldıkları namaz ve getirdikleri tekbirlerle etrafı inletiyorlardı. Peygamberliğin yedinci, miladın 616'ncı yılında küfrün iki ana direğini, kendi sarayına kazanan İslâm'a girenlerin sayısı, bu iki sahabiden sonra aynı sene içerisinde 300'e çıkmış oluyordu.

Müminler Muhasaraya Alınıyor (M.616 - 619)

Kureyş'in ileri gelenlerinden Hazreti Hamza ve Hazreti Ömer gibi iki yiğidin müslümanlar tarafına geçmesi, kâfirleri düşündürmeye başladı. Düşman oldukları topluluk günden güne kuvvetleniyor, inanmadıkları din gittikçe yayılıyordu. Toplanıp ne yapacaklarını konuştular. Nihayet müslümanlar ve onlara yardımcı olanlarla her türlü alâkayı kesmeye, kendilerine boykot ilân ederek muhasara ve abluka altına almayı kararlaştırdılar.

Alış-veriş etmemek, kız alıp vermemek, görüşüp buluşmamak ve yardımcı olmamak gibi maddeler koyarak bu hususta bir de ahidname, andlaşma yazdılar. Ahidnameyi götürüp Kabe'nin duvarına astılar, yaptıkları işe mukaddeslik vermek istediler. Böylece İslâm'ın yedinci yılının başı olan Muharrem ayında, Mîlâdî 616 senesinde Peygamberimiz Aleyhisselâm ile müslümanlar, onlara destekte bulunan Haşim Oğulları, Ebû Tâlib mahallesi denilen yerde hapis kalmaya başladılar.

Kureyş kâfirleri bu hareketleriyle müslümanları ve yardımcılarını yıldırmak, aç ve susuz, ticarî ve medenî haklardan mahrum ve çaresiz bırakarak teslim olmaya, Peygamberimiz Aleyhisselâmı desteklemekten caydırmaya çalışıyorlardı. Ancak Müslümanlar ve Ebû Talib'in idaresindeki Haşim Oğulları, her türlü sıkıntıya katlanarak Peygamberimizin etrafından ayrılmamaya kararlıydılar. Peygamberimiz Aleyhisselâmın amcalarından Ebû Leheb ise, akrabalarının ölümüne bile göz yumarak kâfirlerle beraber olmaktan çekinmemişti.

Üç senelik muhasara devrinde, müminler ve dostları her türlü sıkıntı ile karşılaştılar. Aç ve susuz kaldılar, çocukların açlıktan feryadları Mekke sokaklarını inletir oldu. Yiyeceksizlikten ağaç yapraklarını, deri parçalarını yemek zorunda kaldılar. Bu insanlık dışı davranışlar, küfür sapıklığına düşmüş azgınlara en ufak bir acıma duygusu, pişmanlık hissi vermiyordu. Gelen kervanların mallarını en pahalı fiyatı vererek yere dökerek müminlerin almalarını önlüyorlardı. Muhasara altında kalanlara gizlice yardım etmek isteyen yakınlarını en ağır cezalara çarptırıyorlardı.

Mîlâdî 616-619 yıllarında devam eden bu sıkıntılı hayat sırasında, sadece haram aylardaki yumuşaklıktan faydalanarak ihtiyaçlar sağlanıyordu. Peygamberimiz Aleyhisselâm da hak yola çağırma vazifesini ancak bu aylarda yapabiliyordu. Bu üç senelik zaman içerisinde de pek çok mucizeler meydana geldi. Birçok kimseler imanla şereflendi. Ahidnameyi yazan Mansur b. ikrime adındaki kâfirin elleri kurudu. Ahidnamenin Allahü Teâlâ'nın ismi bulunan yerinden başka her tarafını güveler yedi. Akıl ve vicdandan nasibi olanlar insafa geldi. Yakınlarının bu haline dayanamayan bazı Mekkeliler güve yemekle hükümsüz kalan ahidnameyi astıkları yerden indirdiler. Gösterdikleri gayret ve çaba ile muhasara altındaki insanların serbest bırakılmasını sağladılar.

İslâm ehli ve dostları üç yıllık sıkıntı ve azabdan kurtuldukları için Mekke'de adetâ bayram yapıldı. Herkes evine, eşine, dostuna, akrabasına kavuştu, birbiri ile kaynaştı.

Hüzün Yılı (M.619)

Müslümanların ve dostlarının sevinmesi fazla sürmeden, muhasaradan sekiz ay sonra Ebû Tâlib, ondan üç gün sonra da Hazreti Hatice vefat etti. Müminler üstüste gelen bu acıyla sarsıldı, Peygamberimiz Aleyhisselâm çok üzüldü.

Ebû Tâlib, küçüklüğünden beri Peygamberimiz Aleyhisselâmı öz evladından daha çok severek büyütmüş, baba olmuş, kendisi iman etmemekle beraber imansızlara karşı korumuş, her zaman O'na kanat germişti. Onun ölümüyle Peygamberimiz Aleyhisselâmın çok üzülmesi, iki sebebe bağlıydı. Biri, o kadar destek ve yardımına rağmen iman etmeyip küfür üzere gitmesi, diğeri gözle görülür bir himayeden mahrum kalmasıydı.

80 yaşında ölen Ebû Talib'den üç gün sonra da, müminlerin validesi, Peygamberimiz Aleyhisselâmın en büyük ve yakın desteği Hazreti Hatice, 65 yaşında vefat etti. Peygamberimizin ve sahabilerinrin acısı bir kat daha arttı. Onların üstüste uğradığı bu acı sebebiyle, miladın 620'nci, İslâm'ın ise 11. senesine rastlayan bu yıla "Hüzün Yılı" adı verildi.

Taif Yolculuğu (M.620 - İslamın 11. Yılı)

Ebû Talib'in ölümünden sonra, kâfirlerin Fahri Kâinat Efendimize ve sahabilerine karşı düşmanlıkları iyice arttı. Kureyş'in idaresi düşmanların eline geçtiği için, eziyet ve işkenceleri dayanılmaz hale geldi. Daha önce söz sihirbazlığı ile suçladıkları Fahri Kâinat Efendimize toprak, deve işkembesi pislikleri atarak en ağır işkenceleri uygulamaya başladılar. Peygamberimiz Aleyhisselâm bütün bu güçlüklere rağmen, panayırlarda, hac mevsimlerinde civardan gelen insanları hak yola çağırmaktan geri kalmıyordu. Başta amcası Ebû Leheb olmak üzere, müşrikler ise yol başlarında bekleyerek O'na inanmamalarını söylüyorlardı. Peygamberimizin İslâm'a çağırışının arkasından, hemen kendisini yalancılıkla, sihirbazlıkla, huzuru bozmakla suçluyorlardı.

Peygamberimiz Aleyhisselâm, Kureyşlilerin bu zulüm ve baskısından biraz uzak kalmak ve vazifesini başka yerlerde yapabilmek için Mekke dışına çıktı. Mîlâdî 620 yılının Şevval ayında, ilk müminlerden âzadlı kölesi Hazreti Zeyd b. Harise ile beraber Hicaz şehirlerinden Taife gitti. Burada akrabası da olduğu için, imana geleceklerinden ümitli idi. On gün kadar kalarak puta tapan halkı, Allahü Teâlâ'nın varlığına ve birliğine îman etmeye çağırdı.

Fakat Taif'liler, yazın bağlık ve bahçelik şehirlerinde sayfiyeye gelen Mekkelilerle aralarının bozulmasını, putlarının ve yaşayışlarının değerini kaybetmesini istemediler. Onun için de Fahri Kâinat Efendimize îman etmek şöyle dursun, peşine taktıkları serseri ve başıbozuk takımıyla işkence ettiler. Serseri ve çapulcular önce alay ederek, sonra şehir dışına kovalayarak taşa tuttular. Peygamberimiz Aleyhisselâmın mübarek ayaklarını yaraladılar, kanlar içinde bıraktılar. Kızgın güneşin altında hem kaçan ve hem o hazrete siper olmaya çalışan Hazreti Zeyd'i de yaraladılar.

Binbir güçlükle Mekkeli iki kardeşin bağına sığman Peygamberimiz Aleyhisselâm kendisinden önce, arkadaşının yarasıyla ilgilendi. Gördüğü bu en ağır ezâ karşısında, o insanların helak olmalarını istemedi. İmana gelmeleri, kurtuluşa ermeleri için duada bulundu. Bağda kendilerine üzüm getiren, Yunus Aleyhisselâmın hemşehrisi Ninova'lı bir Hıristiyan köle olan Hazreti Addas İslâm ile şereflendi.

Peygamberimiz Aleyhisselâmın başına gelenler Mekke'de duyulmuştu. Onun için müminlerin tavsiyesi üzerine, Peygamberimiz Aleyhisselâm kâfirlerden Mut'ım b. Adiyy'in himayesini istedi. Onun kabul etmesiyle Kabe'ye gidip namaz kıldı. Mut'ım'ın bu iyiliği müminler tarafından hiç bir zaman unutulmadı. Ancak kendisi kâfir olarak Bedir Harbinde öldü.

Peygamberimiz bu defa mukaddes vazifesini yerine getirmek için, etraf kabilelere gitti. Onların putları bırakıp hakikate gelmelerini söyledi. Fakat Mekke kâfirlerinin tesiri her yerde hüküm sürdüğü için ümid edilen fayda elde edilemedi.

Birinci Akabe Biati (M.620 - İslamın 11. Yılı)

Peygamberimiz Aleyhisselâm İslâm'ın 11'inci yılı hac mevsiminde, etraftan gelen ziyaretçileri hak yola çağırmaya çıkmıştı. Mekke ile Mina arasında, Akabe denilen tepede Medine'li altı kişiye rastladı. Kendilerine Kur'ân okuyup vaaz ve nasihatta bulundu, iman etmeye çağırdı. Onlar da beraber yaşadıkları yahudilerden böyle bir peygamber geleceğini duyarlardı. Hattâ yahudiler kendilerinin Allah'ın dini üzere olduklarını, onların ise puta taptıklarını söyleyerek kınarlar ve aşağılarlardı. Medine'nin Hazrec kabilesinden olan bu kimseler, Evs kabilesiyle aralarında çıkan çarpışmalardan hayli yıpranmışlar ve destekçi bulmak için yola çıkmışlardı. Yahudilerle de süregelen savaşlar ve onların baskısı altında ezilmişlerdi. Böylece geleceğini duydukları peygambere îman ederek Medine'den islâm kervanına katılan ilk müslümanlar ve Ensâr oldular.

Hazreti Esad b. Zürâre, Hazreti Rafi' b. Mâlik, Hazreti Avf b. Haris, Hazreti Kutbe b. Amir, Hazreti Utbe b. Amir ve Hazreti Haris b. Abdullah'dan meydana gelen bu ilk Ensâr topluluğu, Medine'ye dönünce, duyduklarını anlattılar. Böylece hak din orada da yayılmaya, kuvvet bulmaya başladı.

Bu ilk Medine'li müslümanların Peygamberimiz Aleyhisselâma îman ettikleri gün, "İlk Akabe Buluşması" adıyla anılır. Ertesi sene ise yine bunlardan beş kişinin de içlerinde bulunduğu 12 kişilik bir Kaafile, hac mevsiminde Akabe'ye geldi. Burada Peygamberimiz Aleyhisselâmla buluşup kendisine bîat ettiler. "Birinci Akabe Bîatı" diye isimlendirilen bu karşılaşmada, ilk defa Peygamberimiz Aleyhisselâmın elini tutarak hırsızlıktan, kız çocuklarını öldürmekten, nikâhsız yaşamaktan, yalan ve iftiradan kaçınmak, Allah ve Rasûlüne itaatten ayrılmamak üzere ahid verdiler.

Akabe bîatıyla İslâm'da yeni bir devir açılıyor, Arap Yarımadasında hüküm süren şirk ve zulüm hayatına karşı bayrak açılarak, din ve insan hakları için büyük bir hizmet başlıyordu. Bu müslümanlar Medine'ye dönerek yine din hizmetine başladılar. Kendilerine din öğretmek üzere Hazreti Mus'ab b. Umeyr gönderildi.

Reisleri ise Hazreti Esad b. Zürâre idi. İslâmiyet Medine'de gittikçe yayıldı. Puta tapmayı bırakıp müslüman olanların sayısı kısa zamanda 40'a yükseldi. Hazreti Mus'ab'ın yumuşak ve ikna edici nasihatleri, en katı insanların kalbini bile İslâm'a açıyordu.

Mi'rac Mucizesi (M.621-İslamın 12. Yılı)

Birinci Akabe bîatından sonra, İslâm'ın 12'nci, milâdın 621'inci yılında Receb ayının 27'nci, Cuma gecesinde Mi'rac Mucizesi meydana geldi. Yükseğe çıkmak, yücelmek ve gece vakti yol almak mânâlarından dolayı İsra ve Miraç adıyla anılan bu büyük hadisede pek çok sırlar ve lütuflar vardır. İsrâ Sûresi âyetlerinde bu mucize bildirilmektedir.

Cebrail Aleyhisselâm, Allahü Teâlâ'nın emriyle bir gece, Peygamberimiz Aleyhisselâmı Mescid-i Haram'dan alıp Mescid-i Aksâ'ya getirdi. Oradan da göklere çıkarıp gezdirdi. Buralarda peygamberlerle karşılaştı ve tanıştı. Hiç bir peygambere nasib olmayan nice âlemler ve hakikatlere ulaştı. Allahü Teâlâ'nın dilediği yere kadar vardı, neler gördü, neler...

Mi'rac gecesinde o zamana kadar sabah ve akşam iki vakit olarak kılınan namaz beş vakite çıkarıldı. Bakara Sûresi'nin sonu olan Âmenerrasûlü âyetleri ile Allahü Teâlâ'ya ortak koşanların dışında bütün müminlerin Cennete girecekleri müjdeleri gibi hediyeler verildi. Efendimiz bütün bu hakikatlere çok kısa bir zamanda ruh ve cesediyle beraber erip döndü.

Peygamberimiz Aleyhisselâm ertesi günü Mi'rac mucizesini insanlara haber verdi. İlk önce Hazreti Ebû Bekir kabul ve tasdik ettiği için "Sıddîk" lâkabını aldı. Diğer sahabiler de kabul ederek tebriklerde bulundular. Ancak kâfirler, kuru akılla böyle bir şeyin imkansız olduğunu söylediler. Kervanların bir- ayda gidip bir ayda döndüğü Mescid-i Aksâ'ya ve daha ötelere bir gecede gidip gelmeyi mümkün görmediler. Mescid-i Aksa ile ilgili sorularına, mucize ile tam ve doğru cevap veren Peygamberimiz Aleyhisselâmı yine yalanlamaktan geri kalmadılar.

İkinci Akabe Biati (M.622 - isiamm 13. Yılı)

Peygamberliğin 13'üncü, milâdın 622'nci yılında yine hac mevsiminde Peygamberimiz Aleyhisseiâm ile buluşan ve bîat eden Medine'li müslümanların sayısı 75'e ulaşmıştı. Bu müminler içerisinde Hazreti Halid b. Zeyd Ebû Eyyub Ensarî ve iki de kadın bulunuyordu. Bu üçüncü buluşmaya "İkinci Akabe Bîatı" adı verildi.

Peygamberimiz Aleyhisselâm, bu toplantıya henüz îman etmemiş olan amcası Abbas ile gelmiş ve Medine'ye hicretin şartları görüşülmüştü. Müslümanlar Allah ve Rasûlüne her hal içerisinde itaat içinde olacaklarına, Peygamberimiz Aleyhisselâmı kendi nefisleri, çoluk ve çocukları gibi düşmanlarından koruyacaklarına, doğru olanın yapılması için hiç bir şeyden çekinmeyeceklerine mallarıyla ve canlarıyla bu yolda çalışacaklarına söz verdiler.

Peygamberimiz Aleyhisselâm kendisine bîat edildikten sonra, Medine'lilerin arasından 12 temsilci seçip kabilelerinin başına tayin etti. Müslümanlar toplantı yerine gizli ve ayrı ayrı geldikleri için müşriklerin haberleri her şey bittikten sonra oldu. Bu sebeple de bir şey yapamadılar.

Hicret Hazırlıkları

Kâfirlerin işkence ve baskıları son hadde ulaştığı bir sırada, müminlerin Medine şehrine hicret etmelerine izin verildi. Böylece Peygamberliğin 14'üncü yılında iman ehli, birer, ikişer, küçük gruplar halinde Mekke'den ayrılmaya başladılar. Allah yolunda uğradıkları zulüm ve cefâdan dolayı, mallarını, mülklerini, yakınlarını terkederek yine Allah rızâsı için memleketlerinden göç ediyorlardı.

Müminlerin hicreti, Medine'li müslümanlarla son Akabe bîatı sırasında Zilhicce ayında kararlaştırılmıştı. Mîlâdî 622 yılının Nisan ayına rastlayan Muharrem ayı başlarında da hicret için izin çıkmıştı. Kureyş kâfirleri, düşman oldukları kimselerin aralarından ayrılmalarını istemekle beraber, bir taraftan da endişeleniyorlardı. Onun için istemedikleri insanların çıkıp gitmelerinde bile düşmanlıktan geri kalmıyorlardı. Kâfirlerin zararından korunmak için bütün müminler gizlice göç ederlerken, Hazreti Ömer kılıcını kuşanmış bir halde Kabe'yi tavaf ettikten sonra, din düşmanlarına meydan okuyarak yola çıktı. Kendisine kimse karşılık vermeye cesaret edemedi.

Müslümanların dinleri uğruna her şeylerini bırakıp vatanları olan Mekke'den ayrılmalarına "Hicret", kendilerine "Muhacirler", onları Medine'de karşılayıp Allah için her türlü maddî ve manevî yardımda bulunan müminlere de "Ensâr" adı verildi. İslâm Dininde zulme uğrayanların yurdlarını terkedip yeni bir memlekete sığınmaları ve orada yaşayan müslümanların kendilerine kucak açıp kardeşçe davranmaları gibi büyük bir dayanışma ve kaynaşmayı, Allah yolunda beraber çalışmayı sergileyen Hicret hadisesi, tarihte çok mühim bir yer tutmaktadır.

Öldürme Kararı

Bir müddet sonra Mekke'de Peygamberimiz, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ali ve hapsedilenlerle beraber bir kaç mümin kalmıştı. Kureyş kâfirleri önce kendilerinden kurtulduklarını sanarak rahatladıkları müminlerin, Medine'de toplanıp birleşerek kuvvet bulduklarını görünce endişeye kapıldılar. Çünkü Medine, Mekkelilerin Şam ticaret yolunun üzerinde bulunuyordu. Bu sebeple, kendileri için tehlike gözüküyordu. Üstelik müminlerin orada iyice kuvvetlenmeleriyle islâm'ın civar kabilelere de yayılması, tehlikeyi daha da büyütüyordu.

Kureyş kâfirleri acele olarak toplandılar. Peygamberimiz Aleyhisselâm gidip müminlerin başına geçmeden bu işi bitirmek, tehlikeyi ortadan kaldırmak istediler. Ne yapacaklarına dair uzun uzun konuştular. Zincire vurup hapsetmek veya başka bir yere sürgüne göndermek gibi bir çok fikirler ileri sürdüler. Ancak bunların hepsinin bir mahzuru ortaya çıkıyor, istenilen neticeyi vermesi de şüpheli görülüyordu.

Nihayet en cin fikirlileri olan Ebû Cehil, Peygamberimizin vücudunun ortadan kaldırılmasını söyledi. Kan dâvasını önlemek için de, her kabileden seçilecek birer yiğidin topluca hücum etmelerini ileri sürdü. Böylece kimin öldürdüğü bilinmeyecek, Hâşim Oğulları da bu kadar kabileye karşı koyamayacağı için diyet ödenmesine razı olacak, iş de kolayca kapanıverecekti.

Ebû Cehil'in fikri kabul edildi. Kureyş'in çapulcuları Peygamberimiz Aleyhisselâmı öldürmek için saadetti hanesini geceleyin çevirdiler. Niyetleri kapıdan sabah vakti çıkar çıkmaz işlerini bitirmekti. Ancak Allahü Teâlâ, Cebrail Aleyhisselâm ile onların kötü ve korkunç niyetini sevgili peygamberine bildirdi. Efendimiz (A.S) de yatağına Hazreti Ali'yi yatırdı. Kendisi ise, Yasin Sûresi'ni okuyarak müşriklerin arasından çıkıp gitti. Kâfirler işin farkına bile varamadılar. Sabahleyin yatakta Hazreti Ali'yi görünce küplere bindiler.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
{PEYGAMBERİMİZ HAZRETİ MUHAMMED MUSTAFA SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM'İN HAYATI
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Peygamberimiz Hz. MUHAMMED 1
» Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) 2
» Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) 3
» Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) 4
» PEYGAMBERIMIZIN DOGUMU,HAYATI VE AİLESİ

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Dini Konular Paylaşım Sitesi :: ALLAH Dostları :: Peygamberler Tarihi-
Buraya geçin: